Merhaba,
Bu gün sizi Klasik Türk Mûsıkîsi’nin en büyük dehalarından, çok değerli bir müzik adamından, bir kahramandan bahsetmek istiyorum. İsmini mutlaka duymuşsunuzdur fakat bu ismi geçen kişinin Türk müziğinin kurtarıcılarından biri olduğunu biliyor muydunuz? Batı Müziği’nin etkisi tüm dünyaya yayılmaya başlamışken kendi kültürünün müziğinin geleceği için her yolu deneyen bu eşsiz insanı saygıyla selamlamak boynumuzun borcudur.
O önce bir Mevlevi Dede’si oldu, aynı zamanda bestekâr ve güzel sesli bir okuyucu. Daha sonrasında bizler gibi bir öğretmendi ve kendinden sonra mûsıkîde çok önemli yerlere sahip olan, eşi bulunmaz öğrenciler yetiştirdi. Bir şekilde o da bir zamanlar bizler gibi bir Müzik öğretmeniydi. Müzik aşkıyla, onun için savaştı, üretti, hayatını çalışmalarına adadı. Osmanlı sarayı içinde, kumpaslar arasında, tam 3 Padişah görerek kendi dehasıyla ayakta kaldı.
Dede Efendi’nin hayatını bir kez okumanız ve onu sadece bir bestekâr olarak değil meslektaşınız olarak da görerek hikayesini öğrenmenizi diliyorum. Öğrencilerinize de başlıca tanıtmanız gereken en önemli kişilerden biridir.
Eserlerinin videolarını yazının sonunda paylaşacağım.
İyi çalışmalar, sevgiler, saygılar.
HAMMAMİZADE İSMAİL DEDE EFENDİ (09.01.1778 – 29.11.1846)
19uncu yüzyılın en büyük bestekârı olan Hammamizade İsmail Dede, 9.1.1778’de Kurban Bayramı’nın birinci günü Şehzadebaşı’nda dünyaya geldi. Kurban bayramında doğduğu için kendisine “İsmail” adı verildi.
Dede Efendi’nin babası Süleyman Ağa, bu gün Makedonya sınırları içinde kalan Manastır Eyaleti’nin, Görüce Sancağı’na bağlı bir kaza merkezi olan Kesriye kasabasında doğmuştur (Görüce bu gün Arnavutluk’tadır.). Cezzar Ahmet Paşa’nın (1772-1804) uzunca süre mühürdarlığını yapmıştır. Paşa’nın zalim ve acımasız yönetimine tahammül edemeyerek İstanbul’a göçmüş ve Şehzadebaşı’na yerleşmiştir.
Süleyman Ağa, İstanbul’a geldiği o günlerde, Acemoğlu Hamamı’nı satın aldı. Yine aynı yıllarda Dede Efendi’nin annesi Rukiye Hanım’la evlendi.
Dede Efendi 7 yaşlarında Çamaşırcı Mektebi’nde öğrenim görmeye başladı. Kısa bir süre sonra yeteneği ve sesinin güzelliği ile dikkatleri üzerine toplayarak, okulun “ilahici başı” lığına getirildi.
Başdefterdarlık’ta Anadolu kisedarlığı görevinde bulunan Uncuzade Mehmed Efendi’nin oğlu, Dede Efendi’nin sınıf arkadaşı idi. Bu vesile ile Uncuzade, Dede Efendi’yi yakından tanıdı. Dede’nin yeteneğini hemen anlayarak ona meşke başladı. Dede Efendi’ye yüzlerce eser geçti.
Mehmed Emin Efendi, 1792’lerde himayesine almış olduğu Dede Efendi’yi, Başdefterdarlık’ta, Başmuhasebe Dairesi Kalemi’ne kâtip yardımcısı olarak yerleştirdi. Dede Efendi bu yıllarda Yenikapı Mevlevihânesi’ne Pazartesi ve Perşembe günleri devama başladı. Yenikapı Mevlevihanesi’ndeki şeyhi Ali Nutki Dede, yaptığı bir ders sonrasında öğrencisine karşı olan takdir duygularını şöyle dile getirdi:
- Oğlum!… Mûsıkî fenni sana bir Allah vergisi. Öyle görüyorum ki istikbâlin en büyük üstadı olacaksın. Cenab-ı Hak feyzini arttırsın.
Mevleviliği ve mûsıkîyi daha geniş mânada öğrenmek üzere geldiği dergâh, Dede Efendi’yi günden güne daha çok bağlamaya başladı. Gönlünü dolduran ilahi aşkın ve mûsıkînin esiri olduğunu gün geçtikçe daha yoğun bir biçimde hissediyordu.Bu duygular içinde olduğu bir gün, şeyhi Ali Nutki Dede’nin huzuruna çıktı ve:
- Efendim!… Fakîriniz artık kalemi filan terkedip kabul buyurursanız bu günden itibaren tarik-i aliye büsbütün dehalet arzusundayım, ikrar vereceğim.
Şeyh Ali Nutki Dede cevaben:
- “Oğlım!… Pekala ama burası tekkedir. Çilekeşlik kolay değildir, sonra yapamazsın. Bu işe girme. Çünkü burada insana sırasına göre odun yarıcılık da yaptırırlar” şeklinde sözler söyledi ise de, bu yola baş koyan Dede Efendi hizmette kusur etmemeye gayret göstereceğini ve çilekeşliğe kabulünü tekrar tekrar istedi.
Ali Nutki Dede, Dede Efendi’nin bu arzusunun yerine gelebilmesi için, anne ve babasının o ana kadar bu konuda isteksiz olduklarını ifade edince, Dede, aynı ısrarı onlara da göstererek, ikna etti. Böylece 3 Haziran 1798’de çileye başladı.
Dede Efendi, 29 Temmuz 1798’de sema meşkini bitirdi. 27 Mart 1799 tarihinde de çilesini doldurarak “Dede” ünvanını aldı.
Mevlevi çilesi 1001 günde doldurulmasına rağmen, Dede Efendi çile süresinin yaklaşık on ay kadar olduğunu görmekteyiz. Çile döneminin güçlüklerine dayanamayan dervişlerin “çile kırmak” suretiyle dergâha sadece muhib olarak devam ettiği bilinmektedir. Fakat bazan da şeyhin isteği üzerine bu sürenin kısaltılması mümkündür. Dede Efendi’ye de böyle bir uygulamanın olduğu kesindir.
Dede Efendi çilede iken, babası Süleyman Ağa öldü. Daha sonra, annesinin istememesine rağmen hamamı sattı ve parasını dergâhta hayırlı işler için kullandı. Yine çile döneminde iken:
“Zülfündedir benim baht-ı siyâhım”
güfteli Bûselik makamında ve Ağır Aksak Semâî usulündeki şarkıyı besteledi. Dede yaptığı bu şarkı ile hayat akışının değişeceğinden muhakkak ki habersizdi.
Bûselik şarkı dönemin müzik severlerince çok beğenildi ve takdirle karşılandı. Gerçekten de eser, üslub, melodik yapı ve makamı kullanış gibi yönleriyle, zamanına göre çok değişik özelliklere sahip idi. Şarkı ile beraber Dede Efendi’nin ünü de yayıldı. Birçok mûsıkî meraklısı, Yenikapı Mevlevihanesi’nin çilekeşlerinden olduğunu duydukları bu dervişi ziyaret için dergaha gelmeye başladı. Bu arada Enderun san’atkârları da bu eseri meşk ederek III.Selim’in huzurunda icra ettiler. Mûsıkî konusunda büyük bir birikim ve zevke sahip olan Padişah, önemli bir bestekâr adayı ile karşıkarşıya olduğunu anladı. Musahiblerinden birini göndererek Dede Efendi’yi saraya istetti. Durum Şeyh Ali Nutki Dede’ye iletildi. Bunun üzerine Şeyh;
- Emr-i şahaneleri baş üstüne. Ancak kendisi çilededir. Tarikimizin usulü icabınca gece dışarda kalamaz. Akşam ezanından evvel dergâha iade edilsin, diyerek, Dede Efendi’ye izin verdi.
Musahib, Dede’yi alarak saraya götürdü. III.Selim bestekârı huzura kabul etti. Bûselik şarkısını okuttu, dikkatle dinledi. Daha sonra iltifatlar etti ve ihsanlarda bulunarak dergâha geri gönderdi.
Dede Efendi, büyük bir sevinç ve mutluluk içinde, Mevlevihaneye dönmeden önce kısa bir süre için annesine uğradı.
- Anneciğim, hamamı sattın da parasını tekkede dervişlere yedirdin diye bana darılmıştın. Bak işte pirim bana neler ihsan etti. Diyerek içinde bahşiş bulunan keseyi içeri attı ve dergâha zamanında yetişmek için tekrar yola koyuldu.
Dede Efendi çilesini doldurup Mevlevihanede bir hücre sahibi olduktan sonra, hücresi müzik severlerce dolup taşmaya başladı. Bu arada bestelediği eserlerini öğrencilerine geçiyordu. Bu eserler, Dede’nin öğrencileri tarafından İstanbul’un büyün mûsıkî çevrelerinde icra edildi. Büyük ilgi ve beğeni ile karşılanan bu eserler Dede’nin şöhreti’nin iyiden iyiye artmasına neden oldu. Özellikle Hicâz makamında bestelemiş olduğu Nakış bestesi:
Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni
Çün nâfe bağrım hûn edip sahralara saldın beni
Ey kâmeti serv-ü semen salınma da ellerle sen
Haşrolalım dedikçe ben ferdâlara saldın beni
Mûsıkî aleminde başlıbaşına bir olay olarak karşılandı.Beste de, Bûselik şarkıda olduğu gibi III.Selim’in dikkatini çekti ve yine iltifatlarda bulundu. Bu eser Dede Efendi’ye sarayın kapılarını açtı. Haftada iki defa yapılan “Huzur Fasılları”na katılması için irade çıktı. Bu arada Sûznak makamında yaptığı
Müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ
Etti nigeh-i âtıfetin bendeni ihyâ
Bestesi ile, III.Selim’e karşı olan şükran duygularını ifade etti.
Dede Efendi, 1802 yılının ilk aylarında saraylı bir hanım olduğu söylenen “Nazlıfer Hanım”la evlenmiştir.
Dede Efendi evlendikten sonra Akbıyık Mahallesi’nde hayatını sürdürmeye başladı. Mukabele günleri dergâha giderek kendi odasında öğrencilerin mûsıkî öğretimi ile meşgul oldu. Bu arada Ağustos 1804’te çok sevdiği şeyhi Ali Nutki Dede’yi kaybetti. Dede’nin yetişmesinde büyük emeği olan şeyhinin derin acısını yaşarken, bu defa da henüz 3 yaşında olan ilk çocuğu Salih’in ölümü ile perişan oldu. Bu acı kaybın ruhunda açtığı derin ıztırabı Bêyatî makamında yaptığı bestesi ile dile getirdi.
Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir âh-ı serimde
Her lâhza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdîre ne çâre bu da varmış kaderimde
Dede’nin hayatında acı kayıplar birbirini takip etmeye başladı. 29 Mayıs 1807’de III.Selim önce tahttan indirildi, 27 Temmuz 1808’de de şehid edildi. Dede Efendi, en büyük takdir ve teşvik gördüğü kişilerin başında gelen III.Selim’in ölümüyle derinden sarsıldı. Aynı yıl annesi Rukiye Hanım’ı, 2 yıl sonra da 6 yaşındaki oğlu Mustafa’yı (1810) kaybetti.
Dede Efendi’nin ölen iki oğlunun dışında üç kızı oldu. Büyük kızı Hatice Hanım (1806-1863), ortanca kızı Fatma Hanım (1808?- 1892), en küçüğü ise 13 yaşlarında ölen Ayşe Hanım’dır.
III.Selim’in ölümünden sonra, 1 yıl kadar tahtta kalan IV. Mustafa döneminde Dede Efendi’nin saraydaki durumunun ne olduğu hakkında kesin bilgimiz yoktur. Fakat II. Mahmut’un saltanat döneminde, Dede Efendi’nin bestekâr olarak en olgun ve verimli zamanını yaşadığını bilmekteyiz.
1812 yılında Padişahtan “Musahib-i Şerhyari” ünvanını aldı. Daha sonraki yıllarda da sarayın müezzinbaşılığına getirildi. Dede Efendi, II. Mahmud’un saltanatı süresince, zamanın en büyük bestekârı olarak kabul edildi ve ünü hiçbir bestekâra nasib olmayacak derecede arttı.
O tarihe kadar Mevlevi Mûsıkîsinde sınırlı sayıda bulunan “Ayin” formu üzerinde çalışma isteğine kapıldı. Bu isteğini, 1821 yıılında Abdülbaki Nasr Dede’nin yerine postnişliğe gelen Hüseyin Hüsnü Dede’ye iletti. Ondan gördüğü teşvik üzerinde de Sabâ makamında yaptığı Ayinini besteledi. Ayininin ilk mukabelesi 18 Şubat 1824’te Yenikapı Mevlevihanesi’nde yapıldı. Bunu Nevâ makamında yaptığı Ayin takib etti. Bu ayin de 15.4.1824’te icra edildi.
Bu arada devlet işlerinden fırsat buldukça Mevlevihaneleri ziyaret eden II. Mahmud bir Perşembe günü Yenikapı Mevlevihanesi’ni ziyarete geldi. O gün Nevâ Ayin-i Şerif’i okunuyordu. II: Mahmud, Ayini dinledikten sonra, Dede’ye takdir duygularını ifade etti ve saraydaki görevini hatırlattı. Bunun üzerine Dede Efendi:
- Ferman efendimizin. Yalnız başımdaki Sikke-i Mevlâna’yı çıkarmamaklığıma müsaade buyurun.. diye ricada bulunmuş, fakat II. Mahmud gibi zarif ve gönül ehli bir Padişah saray kurallarını bozamamış ve Dede’ye sarıklı bir kavuk ve Enderun’a mahsus bir elbise giydirilmiş, böylece Musahib olarak göreve başlamıştır.
1832’de Bestenigâr, 1833’te Sabâ-Bûselik, 1834’te Hüzzâm ve son olarak da 1839 yılında Ferahfezâ makamlarında ayinler besteledi.
Dede Efendi gibi bir dehanın Enderun’da bulunmasından rahatsızlık duyan bazı Enderun mensupları, Dede’yi güç durumda bırakmak veya ona üstünlük sağlamak amacıyla, birtakım eylemlerde bulundular. Bunlardan, günümüze nakledilen birkaç olay vardır ki, başta Sermüezzin Şakir Ağa ile Dede Efendi arasında geçen, rekabete dayalı bir çekişme gelir.
Mûsıkî tarihimiz bünyesinde özel bir yer teşkil eden bu olayı Rauf Yekta Bey, hocalarından naklen şöyle anlatmıştır:
Eski mûsıkîşinaslarımızda garip bir zihniyet vardı. Büyükler huzurunda fasıl yapılırken, mesela hanendelerden biri eskilerin eserlerinden (ve hatta bazı kerre bizzat kendi bestelerinden) bir parça okumaya başlayıp da o eseri bilmeyen arkadaşlarını dolayısıyla sükûta davet ederse, bu hal o zat için övünmelere, arkadaşlarını da utandırmaya bir sebep sayılırdı. Şakir Ağa, işte bu zihniyetle, Dede’nin haberi olmadan terkib etmiş olduğu Ferahnak’tan bir fasıl besteleyerek, uygun bir zamanda, II. Mahmud’un huzurunda okumayı ve eserlerini okurken sükûta mecbur bırakacağı rakibini, bu vesile ile Padişahın huzurunda utandırmayı pek çok arzu ediyordu.
Bu düşüncesini gerçekleştirmek için kendisine eşlik edecek sazendelere de muhtaç olan Şakir Ağa, Tanburi Zeki Mehmed Ağa’ya düşüncelerinden bahsederek, bu makamdan bir peşrev ve Kemanî Ali Ağa’dan bir saz semâîsi istedi. Bununla beraber, Ferahnâk makamına dair kimseye bir şey söylenmiyor, yapılan eserler gizli tutuluyordu.
Şakir Ağa yeni faslın birinci murabbaı ile yürük semâîsini çoktan hazırlamış ve buna ek olarak
Ey şâh-ı melek-hûy kadd-i bâlâ-yı Ferahnâk
güfteli ve cidden san’atlı bir şarkı bestelemişti. Bir süre sonra peşrev ve saz semâîsi de bestelemiş ve bunları o tarihte Huzur-ı Hümayun fasıllarında neyzenlik yapan Kazasker Mustafa İzzet Efendi dâhi meşk etmiş olduğundan, bir keman, bir ney bir de tanburdan oluşan saz heyet, Şakir Ağa ile beraber, Enderun’un bir köşesine ara sıra çekilirler ve yeni faslın özenle sazlı, sözlü provalarını yaparlardı. Halbuki, Ferahnâk faslından kimsenin haberdar olmaması hakkındaki bütün gayretlere rağmen, Dede Efendi, nasılsa Şakir Ağa’nın bu hazırlığını duymuş, hatta bir gün tesadüfen Enderun koğuşlarından birinin önünden geçerken içerde hafif sesle Ferahnâk eserler okunduğunu dinlemiş ve yeni makamın özelliklerinin nelerden ibaret olduğunu anlamıştı.
Bunun üzerine Dede Efendi, hemen aynı makamdan Zencir usûlünde bir Murabba ile bir de ağır semâî bestelemiş ve seçkin öğrencileri olan Dellâlzade İsmail ve Çilingir-zade Ahmed Ağalara meşk etmiştir. Şakir Ağa ise aynı makamdan
Sâki ben-nûr-i bâde ber efrûz câm-ı ma
güfteli büyük bir kâr bestelemeye başlamış ve ancak zemini tamamlayabilmişti. Faslın ikinci bestesi ve ağır semâîsi de hazır değildi.
O sıralarda II: Mahmud, Enderun saz takımını istemiş ve Padişah iradesi, çokdan beri dinlenilmeyen makamlardan birinin icrası yolunda çıkmıştı. Dede Efendi, bu fırsattan faydalanarak:
- Müezzinbaşı kulunuz Ferahnâk namı ile yeni bir makam icad etmiş. Ferman buyurulur ise okunacak… demesi ile Şakir Ağa fena halde şaşalıyarak:
- Henüz fasıl tamam olmadı. Yeni başladığım kâr yarıdadır. İkinci murabba ile ağır semâîsi ise bestelenmedi. İnşallah tamam oldun da!… gibi sözlerle, Dede’nin bu yaman muzipliğini geçiştirmeye çalışır. Lâkin Padişah Ferahnâk’ın nasıl bir makam olduğunu merak ettiğinden, bestelenmiş olanları dinlemek ister. İrade gereğince hemen Zeki Mehmed Ağa’nın tanburla bir taksiminden sonra o güzel peşrev çalınır. Arkasından Şakir Ağa, fevkalâde güzel tiz sesi ile,
Meyleder bu hüsn ile kim görse ey gülfem seni
bestesini okur. Dede ve arkadaşları dinler. Bu eser biter bitmez Şakir Ağa, Ferahnâk şarkısını okuyacağı sırada Dede Efendi, yukarıda isimleri geçen (Dellâlzade İsmail ve Çilingir-zade Ahmed) ağalarla beraber Ferahnâk makamında bestelediği Zencir usûlündeki
Figân eder yine bülbül bahar görmüştür
ikinci murabbaını okumaya başlamaz mı? Bu defa susma sırası Şakir Ağa’ya gelir. Sazlar da ona uymakla yetinirler.
Şakir Ağa, neye uğradığını anlar. Bununla beraber, düştüğü zor durumdan bir an önce kurtulmak için murabbanın neticesini bekler ise de, bu ümidi de boşa çıkar. Çünkü murabbadan sonra Dede ve arkadaşları
Dil-i bî-çâreyi mecrûh eden tîğ-i nigâhındır
ağır semâîsine başlarlar. Eserin bitiminde Dede Efendi, Şakir Ağa’ya manalı bir şekilde bakarak:
- Buyurun sıra size geldi! der. Şakir Ağa da yukarıda sözü edilen şarkısıyla, cidden şuh ve raksan bir tarzda bestelediği
Bir dilbere dil düştü ki mahbûb-ı dilimdir
yürük semâîsini okur ve arkasından da Kemani Ali Ağa’nın saz semâîsi çalınarak fasla son verilir.
Mûsıkînin inceliklerini bilen ve hakim olan II. Mahmud, huzurunda meydana gelen bu çekişmeyi, en ince ayrıntısına kadar dikkatle takib etmişti. Şakir Ağa’nın eserleri inkâr edilemeyecek surette renkli ve gönül açıcı olmakla beraber, Dede’ninkiler ustalık ve aynı zamanda güzellik be belâgat itibarıyla onlardan üstündü. Faslın sonunda, Padişah bu husustaki fikrini (daha doğrusu biraz yerinde olmayan bir tabir kullanarak) açıklamaktan çekinmemiş ve Müezzinbaşı’ya hitaben
- Şakir, Şakir!.. Dede mûsıkîde bir canavardır. Sen onunla güreşemezsin! demiştir.
Bu sözü, Dede’nin mûsıkîdeki üstün kudretini belirtmek için söylememişise de, benzetme sert olduğundan Dede Efendi, Padişahın bu takdir bildiren sözlerinin aksine gayet müteessir olmuştu. Dede’ye yetişip görüşenlerden dinlendiğine göre, kendisi II: Mahmud’un huzurundan çıkınca bir köşeye çekilip ağlamış ve:
- Padişah, beni benzetecek başka bir şey bulamadı mı? diye yakın dostlarına içini dökerek şikayet etmiştir.
Bu olay sonrasında Dede’nin de bir süre eser yapmadığı günümüze gelen bilgiler arasındadır.
1831’lerde geçen bu olaya benzer bir olay da Hünkâr İmami Zeynelabidin Efendi ile Dede Efendi arasında cereyan etmiştir;
Ramazan ayında kılınan teravih namazının son dört rekâtında, Acem-Aşîrân makamından ilahi okunması Itri’den beri alışılagelmiş bir uygulama idi. İmam-ı Şehriyari’nin de aynı makamdan Ku’an okuması gelenek haline gelmişti.
Zeynelabidin Efendi, mûsıkî bilgisinin sınırlılığına rağmen, yüksek kabiliyeti ile kendini kabul ettirmiş bir zat imiş. Müezzinler ilahiyi hangi makamdan okursa okusun o da aynı makamdan Kur’an okumakta güçlük çekmezmiş. Fakat teravih namazının rekat aralarında icrası güç ve az kullanılan makamlardan okuduğu ilahilerle Dede Efendi, zaman zaman İmam Efendi’ye sıkıntılı anlar yaşatırmış. Doğal olarak bu hal, II: Mahmud gibi mûsıkîyi çok iyi bilen bir Padişahın gözünden kaçmazmış.
Zeynelabidin Efendi de, Padişaha namaz kıldırdığı bir gecede, Acem-Aşirân makamında seyredip, Yegâh perdesine düşerek ve henüz o makamdan bir ilâhi bestelememiş olduğundan, Dede Efendi’yi Acem-Aşirân makamından ilâhi okumağa mecbur ederek üstünlük sağlamak amacında imiş.
İşte bu düşünceler doğrultusunda hareket eden Zeynelabidin Efendi, kıldırdığı bir teravih namazında, Yegâh perdesinde karar kılar. Bir sonraki rekata da aynı şeyi yapınca Dede, İmam Efendi’nin amacını anlar ve bir ara mahfilin bir köşesine çekilip Yunus’un ünlü ilâhisini o anda besteler ve İmam Efendi’nin Ferahfezâ karar vermesi üzerine hemen orada bestelemiş olduğu ilâhiyi okur.
Şûride vü şeydâ kılan
Yârin cemâlidir beni
Âlemlere rüsvâ kılan
Yârin cemâlidir beni
Vardakosta Ahmed Ağa’nın bu makamı bulduğundan haberi olmayan ve yeni bir makam bulduğunu sanan Zeynelabidin Efendi, Dede Efendi’nin bu mahareti karşısında, şaşkın bir halde ilahiyi sonuna kadar dinlemek zorunda kalır.
Namaz bitiminde II. Mahmud, Dede’yi çağırır ve bu makamın ne olduğunu sorar. Dede, III. Selim dönemi Müsahiblerinden Vardakosta Ahmed Ağa’nın bu makamı terkib ederek “Ferahfezâ” adını verdiği ve o günden sonra da bu makamın kullanılmadığı hakkında bilgiler verir. II. Mahmud, bu makamı çok beğendiğini söyleyerek Dede’ye iltifatlarda bulunur ve Dede Efendi’yi bu makamı yeniden ele alarak canlandırması için teşvik eder.
1834 yılının ilk aylarında II. Mahmud, Serdab Kasrı’nda bir küme faslı istedi. Faslı yapmak için, dönemin birbirinden kıymetli 16 üstadı bir araya geldi.
Her biri kendi alanında zamanın emsalsiz şahsiyetleri olan bu topluluk “Arazbâr-Bûselik” faslını icraya karar verdi. Bu makamdan okunacak eserler, III. Selim’in çok sevdiği eserler olduğundan, II. Mahmud, III.Selim’in aziz hatirasına hürmeten, Sadullah Ağa’nın yaptığı bu faslı severdi.
Padişahın Serdab Kasrı’na gelişiyle fasıl Arazbâr-Bûselik Kâr ile başladı. Diğer eserler de üstadlar tarafından fevkalâde bir şekilde icra edildi. Fasıl bitiminde II. Mahmud, memnuniyetini hediyelerle belirttikten sonra, Dede’ye Sultan III.Selim’in tahta geçtiği senenin baharında Çağlayan Kasrı’na gittiği gün okunmak üzere bu eserlerin bestelenmiş olduğunu anlattı. Daha sonra da Ferahfezâ makamını beğendiğini ve bu makamdan Serdab Kasrı için bir kâr ve fasıl dinlemeyi arzu ettiğini Dede’ye söyledi. Dede Efendi, Padişahın kendisine gösterdiği bu ilgi üzerine, kısa zamanda faslı tamamlamak için yoğun bir çalışma içine girdi.
Önce Serdab Kasrı’nın güzelliklerini anlatan ve sözlerini de kendisinin yazdığı
Kasr-ı cennet havz-ı kevser âb-ı hay
güfteli kâr’ı besteledi. Daha sonra güftesi Salâhi’ye ait olan Frengi-Fer usulünde
Ey kâşı kemân tîr-i müjen cânıma geçti
bestesini, sonra:
Bir dilber-i nâdide bir kâmeti müstesnâ
güfteli ağır semâîsini ve
Bu gece ben yine bülbülleri hâmûş ettim
güfteli yürük semâîsi ile beraber birkaç şarkı besteledi. Zamanın darlığından dolayı da faslın ikinci bestesini Eyyübi Mehmed Bey’e, peşrev ve saz semâîsini de Zeki Mehmed Ağa’ya yaptırdı. Yoğun ve yorucu çalışmalar sonucunda eserler icraya hazır hale getirildi. 1834 yılının Mart ayında yine çok seçkin müzisyenlerden oluşan heyet, huzurda fasıla başlamak üzere beklerken, II: Mahmud, Dede’ye yapmış olduğu kârı hemen dinlemek istediğini söyledi. Bunun üzerine başta kâr olmak üzere diğer beste, semâî ve şarkılar, sonunda da saz semâîsi ile Ferahfezâ Fasılı fevkalâde bir şekide icra edildi.
Dede Efendi bu dönemlerde hayatının en verimli ve başarılı yıllarını yaşadı. Yapmış olduğu dini ve dindışı eserler ve gördüğü itibarla zirvedeki tek isim halindeydi. Bu aralar Yenikapı Mevlevihanesi’nde Hüzzam Ayin’i bestelemeye başladı. 6.3.1834’te Birinci Selâm’ını bestelediği (Sabâ Ayin ile tamamlanıyordu) Hüzzâm Ayininin mukabelesi yapıldı. İki ay içinde diğer selâmları da besteleyip, ayin formunun şaheserlerinden biri olan Hüzzâm Ayinini tamamladı.
II. Mahmud 1837 yılında Yenikapı Mevlevihanesini tamir ettirdi. Onarımdan sonra dergâhın açılış törenine gelen Sultan Mahmud, büyük bestekâra, Ferahfezâ makamını çok sevdiğini, bu makamdan bir Ayin-i Şerif bestelerse pek memnun olacağını, söyledi.
Dede Efendi, Padişahın bu isteğini yerine getirmek için çalışmalara başladı. Gerçekten de Ayin formunu yenileyecek özelliklere sahip olan Ferahfezâ Ayin’ini tamamladı. Bu sıralarda II. Mahmud, tüberküloz hastalığının son safhasına gelmişti. Bu yüzden mukabelenin Yenikapı Mevlevihanesinde değil de, saraya yakın olan Beşiktaş Mevlevihanesi’nde yapılmasına karar verildi. Bu arada yoğun bir çalışma ile ayin icraya hazır duruma getirildi. 3 Nisan 1839’da, Padişahın da hazır bulunacağı Beşiktaş Mevlevihanesinde izdiham yaşandı. Padişah beklenirken Mevlevihaneye gelen Hünkâr Yaveri, rahatsızlığı dolayısıyla Zat-ı Şahanelerinin mukabelede bulunamayabileceğini, fakat Ferahfezâ Ayin-i Şerifinin, Padişahın buyruğunca muhakkak okunmasının istendiğini Beşiktaş Mevlevihanesi Şeyhi Mehmed Kadri Dede’ye iletti.
Bu haberin yarattığı genel üzüntü ve durgunluğa rağmen ayinin başlaması için hazırlık yapıldı ve mukabeleye yaşandı. Henüz Itri’nin Rast Na’at’ı okunurken, Sultan Mahmud, dergâha girdi. Padişahın görünmesi üzerine bu defa da herkese bir heyecan ve mutluluk hakim oldu. O şevk ve neş’e ile ayin gönüllerden gelen bir coşkuyla icra edildi. II. Mahmud, ayinin bitiminde, hastalığının verdiği bitkinlik içinde Dede Efendi’ye, çok rahatsız olduğunu, gelmek için gayret sarfettiğini fakat gelmekle de ne kadar ne isabetli davrandığını, Ferahfezâ Ayin’in kendisine adeta bir hayat iksiri gibi geldiğini söyledi. Sultan Mahmud, Dede Efendi’ye ve bütün Mevlevilere o güne kadar bulunmadığı ölçüde ihsanlarda bulundu ve bu, Dede’nin 31 yıl boyunca kendisini takdir ve teşvik eden Padişahını son görüşü oldu.
Tahta, henüz 16 yaşında olan, fakat III. Selim ve II. Mahmud gibi klasik mûsıkîmizden anlamayan, Batı Müziği ve piyano eğitimi almış bulunan Abdülmecid (1839-1861) geçti. Her ne kadar mûsıkîdeki gelenekten ayrılmadı ve babasının çok değer verdiği Dede Efendi’ye karşı olumlu tutumunu devam ettirdi ise de, uzun yıllardan beri gelişen mûsıkî hareketlerinde büyük bir düşüş oldu.
Bu durumda, Dede Efendi, duygularını en kıymetli öğrencilerinden Dellâl-zade İsmail Efendi’ye şöyle özetledi: “Bu oyunun tadı kaçtı!…”
Dede Efendi, yıllarını bestekârlık ve öğrenci yetiştirmekle geçirmeye başladı. Bir süre sonra da Padişah Abdülmecid’den hacca gitmek için izin aldı. Yanında iki çok değerli öğrencisi Mutaf-zade Ahmed Efendi ve Dellâl-zade İsmail Efendi olmak üzere yola çıktı.Yolda iken, unutulmaya yüz tutmuş olan Nayi Osman Dede’nin ünlü “Miraciyye”sini bu iki öğrencisine geçti. Mukaddes topraklarda bulunmak ve bilhassa Kâbe’yi ziyaret anı Dede’yi çok etkiledi. Tavaf esnasında gözyaşlarını tutamadı. Yaşadığı ortamı ve duygularını ifade eden, Yunus Emre’nin
Yürük değirmenler gibi dönerler
ilâhisini, Şehnâz makamında ve Evsat usulünde besteledi. İki öğrenci, hemen tavaf sonrası bu ilâhiyi öğrendiler. Dede’nin son eseri olan bu ilâhi, daha sonra çeşitli tarikatlarda okunan ve çok sevilen bir ilahi oldu.
1846 yılında Mekke’de kolera salgını zuhur etti. Bu hastalık yüzünden bir çok kişi hayatını kaybetti. Dede Efendi de, Mekke’ye geldiği günlerde bu hastalığa yakalandığından, tavaf esnasında oldukça rahatsızdı. Hac görevi tamamlandıktan sonra, İstanbul’a dönmek üzere yola çıkıldı, fakat Mina’da çok ağırlaştı. Sabaha karşı da bu iki öğrencisi yanında ebedi aleme göçtü ve Hz. Hatice’nin ayak ucuna, 29 Kasım 1846’da defnedildi.
Hammami-zade İsmail Dede Efendi, bir kurban bayramının birinci günü doğdu ve bir kurban bayramının birinci günü öldü. Haber İstanbul’a öğrencileri tarafından getirilince, Dede’yi tanıyan her kesimden insan yasa boğuldu.
1826’da resmi olarak Osmanlı Sarayına giren Batı Müziği, uzunca bir süredir, sarayda bir çeşni olarak dinletilmekteydi. III. Selim döneminde, Padişahın bu müzik ile ilgilendiği, opera seyrettiği bilinmektedir. II. Mahmud döneminde ise koşulların hızla değiştiği görülür. Yeniçeri ocağının ortadan kaldırılması ve bununla beraber Mehterhane’nin lağvedilmesi ile Batı Müziği, kurumlaşarak saraya girmiştir. II. Mahmud’un bizzat nezaret ettiği Mızıka-yı Hümayun’un askeri amaçlı müziği, polifonik müziği de beraberinde getirmiştir. Guseppe Donizetti’yi, Bando’nun eğitimi için görevlendirmişti. Bütün bunlara karşı II. Mahmud klâsik müziğimizin en etkili koruyucusu olmaya devam etmiştir.
Abdülmecid döneminde ise, Batı müziğinin etkisi bir hayli artmıştır. Bandonun yanısıra, küçük yaylı çalgılar toplulukları da faaliyet göstermeye başlamıştır.
Sarayla yakın ilgisi olan Dede Efendi’nin bu yüzdendir ki Batı müziğine ilgisiz kaldığı düşünülemez. Aksine, mûsıkîmizin bu ortam karşısında düşeceği durumu çok önceden sezmiş olduğunu eserlerinden anlamaktayız. Bir yandan klasik üslûba uygun fakat özellikli eserler veren Dede Efendi, bir taraftan da mûsıkînin çıkış yolunu göstererek, devamını sağlayacak arayışları yapmayı da ihmal etmemiştir. Dede Efendi, bu arayışlarını her formda denemiş, mûsıkîyi daha geniş kitlelere sevdirmek ve yaymak amacıyla hareket ederek, özellikle şarkı, köçekçe gibi küçük formlarda da eserler vermiştir.
Kâr-ı Nev gibi, zamanına göre modern sayılabilecek bir eserin yanısıra, batı müziğinin etkisinin daha açık şekilde görüldüğü “Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü” Rast şarkısı, sarayda hızla gelişen zevk ve anlayışa hitab edecek özellikteki eserlerdir. Rast şarkısında kullandığı “vals” ritmi, Rast makamı ile “majör ton” ilişkisi, yine meyanında Hüseynî (mi) perdesinde yaptığı Bûselik (minör) geçki, bu şarkının temel özelliklerini oluşturur.
Hicâz makamında bestelemiş olduğu “Yine neş’e-i muhabbet dil-ü cânım etti şeyda” yürük semâisinin özellikle terennüm bölümünde, Dede Efendi, hem bu anlayışı değerlendirir, hem de mûsıkîmizde bir eşine rastlanmayacak bestekârlık örneği gösterir.
Şarkı formu, Dede Efendi’nin dönemine kadar birçok bestekârın eserler verdiği bir form idi. Her ne kadar III. Selim döneminde bu formda besteler yapılmışsa da, Tanburi Mustafa Çavuş, Lâle Devri’ni mûsıkîmizde yaşatan eserleriyle bu sahada neredeyse tek isim olarak kabul edilmekteydi. Dede Efendi’nin bu formu da zengin bir şekilde kullandığını görmekteyiz. Özellikle son dönemlerinde geniş kitlelerin hissiyatına, zevkine yönelik eserler yapmıştır. Sözlerdeki sadelik, içtenlik ve dolaysız anlatım, bu türden eserlerin ortak yönlerinden biridir. Melodik yapıdaki güç ve kalıcılık da temeli oluşturur. “Ben sana ‘aşık değilim” Muhayyer şarkısında kullanmış olduğu “leylim leylim” terennümleri ve buna uygun nağme yapısı, halk müziğimize büyük yatkınlık gösterir. “Gitti de gelmeyiverdi” Uşşâk, “Sevdiceğim âşıkını ağlatır” Muhayyer şarkılarındaki sade ve melodik anlatım, her kesimden müzikseverlerin rahatça algılayabileceği özellikleri içine alır. “Ağlatırlar güldürürler, çeşmi yaşın sindirirler” Uşşâk şarkısında ise bestekâr karşısındaki ile konuşup dertleşir gibi bir yol izler. Melodi ile güfte arasında uyum ve buna bağlı olarak gelişen form anlayışı, bu türden eserlerin bir başka özelliğidir. “Bi vefâ bir çeşm-i bî-dâd” sözleriyle başlayan Gül’izâr Köçekçe’sinde Dede Efendi duygularını feryâd ederek duyurmak ister. Arzu ettiği hedefe ulaşabilmek için elinden geleni yapar, “cihar” atar “şeş” oynar, ama sonunda feleğe yenilmekten kurtulamaz. Bir ölçüde “espirili” bir anlatımla, ritim ve melodik yapıyı öylesine kaynaştırır ki, dinleyen herkes muhakkak kendinden bir şeyler bulur.
Dede Efendi’nin bu ve benzeri eserleri, onun manevi ağırlıklı kişiliğinin yanısıra, imparatorluğun yaşadığı değişime ayak uyduran, daha toplumsal ve dünyevi yönünü oluşturur. Yine Dede Efendi’nin özellikle şarkı formunda henüz kesinleşmemiş şekil konusunda da eserleri ile kendinden sonraki bestecilere yol gösterdiğini görmekteyiz.
Dede Efendi’nin bu mûsıkîye yapmış olduğu en büyük hizmetlerden birisi de, çok değerli öğrenciler yetiştirmiş olmasıdır. Bu öğrenciler, mûsıkîmize bir taraftan çok değerli eserler kazandırmışlar, diğer taraftan da Dede Efendi’den geçtikleri binlerce klasik eseri meşk yoluyla öğrencilerine öğreterek günümüze gelmesini sağlamışlardır. Özellikle bu öğrencilerin bir bölümü bu eserleri notaya almışlar ve unutulup kaybolmasını engellemişlerdir. Klasik mûsıkîmizin geleneğinin dolayısıyla Dede Efendi’ye dayandığını görmekteyiz. Dede Efendi’nin yetiştirdiği öğrencilerin belli başlılarını şöyle özetleyebiliriz: Dellâl-zade İsmail Efendi, Mutaf-zade Ahmed Efendi, Çilingir-zade Ahmed Ağa, Eyyübi Mehmed Bey, Nikoğos Ağa, Haşim Bey, Hacı Arif Bey, torunu Rıfat Bey ve Zekâi Dede.
Dede Efendi’nin bugün elimizde bulunan eserlerinin sayısı 300 civarındadır.
Yüz-elli yıl sonra dağlar birer birer yücelir
Ve âkıbet Dede’nin, anlı şanlı devri gelir
Bu mûsıkîyi O son kudretiyle parlatdı
Ölünce ülkede bir muhteşem güneş batdı
Yahya Kemal
Dede Efendi’nin güzel sanatların şiir ve hat gibi dallarında da çalışmalar yaptığı günümüze gelen bilgiler arasındadır. Mevlevi Ayinlerinin ve bir kısım eserlerinin sözlerini kendisi yazmıştır. Bunların dışında II. Mahmud’un ablası Esma Sultan’dır. Çamlıca’daki sarayının yenilenmesi üzerine yazmış olduğu bir “târih kasîdesi” vardır.
Dede Efendi’nin “hüsn-ü hatt” ile de uğraşdığı ve düz yazıda başarılı olduğu hakkında da bilgiler mevcuttur.
Kaynak: 50 Türk Müziği / M. Fatih Salgar / Ötüken / 2005
Yine Bir Gülnihal Senfonik Versiyon
Harika bir araştırma yazısı olmuş. Eline sağlık hocam..